Muhibbî Safer Dal
[ K.S. ]
20 Ağustos 1926 Cuma günü İstanbul Eğrikapı'da dünyaya gelen Safer Efendi'nin anneannesi Rumeli muhaciri olup Bulgaristan sınırları içinde bulunan Ziştov’dan Hacı Rüstemoğulları ailesinden, annesinden dedesi ise Emir Sultan soyundan ve Çanakkale şehidlerindendir. Babası ise Arnavut asıllı Sadık Ramazan Efendidir.
İkinci Dünya Savaşı'nın getirdiği darlık ve zorluk yıllarında ortaokul tahsilini bırakmak zorunda kalan Safer Efendi Mustafa Özdamar'a anlatıyor: "-İkinci Dünya Harbi sırasında bizi okuldan almak mecburiyetinde kaldılar. Ortaokulu bitiremedik. Öğretmenlerim çok yalvardılar:"Bırakın biz okutalım bu çocuğu!" dediler, fakat babam: "Hayır!" dedi. Babam helvacı,şeker beş lira oldu çünkü... Çalışmak mecburiyetinde kaldım,çalıştık...
Çocukluk yıllarımda namaz surelerini Ramazan’da Canfeda Hatun Camiinde, İmam Efendi’den öğrendim.
Bu camiden kovarlardı Dervişali’ye; Dervişali’den kovarlardı Atikali’ye…Çocuğuz, küçüğüz, kıkırdıyoruz ya!...Cemaat kovuyor bizi... Böyle böyle imamların namazlardaki okuyuşlarını talip ede ede, namaz surelerini ezberledik.
Sonra asker olduk gittik. Askerde muhabereciydik.Askerlikten sonra kursa devam ettik, beynelminel şehadetname aldık, telsiz operatörü olduk. 1950’de terhis oldum askerlikten... Yerli firmalarda mesleğimizle ilgili iş alamadık, yer yoktu. Ecnebi şirketler,buyur etti, fakat babam: "Oğlum", dedi, "üç sene hasretini bekledim, askerden!... Şimdi gideceksin Gavuristan’a, bir gavur kızı alacaksın, ben senden olacağım, gitme babacığım!" dedi, ağladı... "Peki!" dedik, gitmedik tabii. Sonra Tersane’ye intisab ettik. Beş sene hizmetim var orada.
Ondan sonra oradan istifa ettim, seyyar satıcılık yaptım, iş sahibi oldum, bugünlere geldik.
-Bu istifanın da bir hikayesi var duyduğum kadarıyla.Onu bir de sizden dinlesek efendim?
-10 Muharrem’de Sünbül Efendi’ye gideceğiz.İzin istedim vermediler.Siz izin verseniz de,vermeseniz de ben giderim! dedim.
-Nasıl gidersin?
-Seyredin bakın nasıl giderim!dedim,çıktım. Bir sandal geçiyordu oradan. Bir ıslık çaldım, bindim sandala, eyvallah!...
Çıkış o çıkış, bir daha dönmedim o işe. Sonra Fahreddin Efendim’e geldik. Nasıl söyleyeyim? Cesaret ettik söyledik: "Ben işi bıraktım!" dedim.
"İiiih!.." dedi şöyle irkilerek, "Nasıl bırakırsın işini sen?.. Çoluğun var, çocuğun var!.."
"Sayenizde aç kalmayız evvelallah efendim! Size hizmet edecek bir adam lazım, O'nun da benim olmam lazım!.." dedim. "Allah layığını versin!" dedi.
-Sizin çocukluğunuzdan beri dergahta olduğunuz söyleniyor efendim! Böyle bir şey var mı?
-Hayır! Askerlikten sonra başladı bu iş!
İNTİSABI:
Terhis olduktan sonra İbrahim Fahreddin Şevkî Efendiye intisab etmiştir. İntisabını şöyle anlatıyor:
- Fahreddin Efendi’yi tanımanız nasıl oldu efendim?
- Şeyhlerin,dervişlerin uğrak yeri olan bir kahvehane vardı, kahveci Uşşaki dervişi Mehmet Efendi idi. Orada tanıdık Fahreddin Efendimi önce.
Biz o tarihlerde dergahlara merak sardık. Nerede bir dergah varsa kudema usullerini yaşatan, oralara gidip geliyoruz. Her Efendi kendi kervanına almaya çalışıyor bizi tabii... Derken birgün, Şeyhulislam Mustafa Sabri Efendi’nin yeğeni-onun adı da Mustafa Sabri, bize akıl hocalığı yapıyor. Ona sordum: Ne yapalım, hangisi daha uygun sizce? diye
O bizden elli yaş büyüktü, kudema Nakşbendi dervişi : "Fahreddin Efendi!" dedi.
Gönül trafiğimiz karışık tabii, bir türlü karar veremiyoruz derken, birgün,Fahreddin efendim bizi davet etti. Biz aldırmadık önce.
Sonra, Şeyh Raşid Efendi’nin babasının cenazesi münasebetiyle Sünbül Efendi’ye gitmiştik. Oradan, kabristandan dönerken ben Fahreddin Efendimin koluna girdim, yaşlı tabii: "Ben sizi davet ettim. Niye gelmediniz?" diye sordu.
"Geliriz inşallah efendim!" dedim.
"Öyle geliriz-melirizle olmaz! Bu Cuma gecesi boy abdesti al gel, arkadaşını da al gel!.." dedi,gittik, intisab ettik, Kemal Baba ile birlikte.
Sonradan, Fahreddin Efendimin evladlığı -manevi kızı- bana anlattı. Bizim, Fahreddin Efendimi tanıdığımız, fakat henüz bağlanmadığımız günlerde,Valide Sultan’a: "Yahu hatun Allah bize bir ikiz evlad verecek ama, bakalım ne zaman?" der dururmuş. Sonra siz çıkageldiniz, Kemal Baba ile birlikte!" diye anlattı, Fahreddin Efendimin vefatından sonra...
1984 yılında pirdaşı Muzaffer Ozak Efendi (K.S.)'nin vefat etmesi ile İstanbul Karagümrük Nureddin Cerrahi Asitanesi postnişinliğini devralmış ve 21 Şubat 1999 Pazar günü Beka Alemi'ne göç etmiştir.
"Muhibbî" mahlasıyle yazdığı şiirlerinden büyük bir kısmı bestelenmiş ve Ahmed Özhan, Savni Sami Özer gibi dergah mensubu sanatçılar tarafından okunarak ünlenmiştir. Safer Efendi, Basbakan Necmeddin Erbakan'ın köşkte tarikat liderlerine verdiği yemeğe kendisi yerine tarikatin zakirbaşı olan Ahmet Özhan'ı göndermişti.
Safer Dal Efendi'den Bir Anı
27 Mart 1995 Pazartesi meşkinden önce, Sertarik odasında, lokma faslında, yemekten sonra şöyle bir menkıbe anlatıyor Safer Efendi:
Vaktiyle İstanbul'da, artık hangi devirdeyse, Padişah ile Sadrazam arasında: Mollalar mı daha mükemmeldir, dervişler mi? diye bir musahabe geçmiş.
Sadrazam: "Mollalar!.." demiş, "Molla Efendiler daha mükemmel olsalar gerekdir!.." deyince, Padişah: "Eh!" demiş, "Pekala!.. Onu öğrenmek zor değil!.."
Sadrazam: "Nasıl olacak bu? "
Padişah: "Kolay!.." demiş, "Bu hafta filan gün İstanbul'un bütün kalburüstü mollalarını saraya davet edin, akşam yemeğine!.. Yemekte alırız bunun cevabını!.. "
İrade tebliğ edilmiş, akşam bütün mollalar sarayda toplanmış. Padişah ile Vezir de tebdil-i kıyafetle ulemanın arasına karışarak ve hepsini de ikisi birlikte küme küme dolaşarak: "Hoş geldiniz, safalar getirdiniz!.. Efendim, Mollalar hazeratı olarak, aranızda en ulunuz, en aliminiz, en önde geleniniz kimdir?" diye sual etmişler.
Hem anket yapıyorlar, hem de olgunluklarını tartıyorlar...
Kime ve hangi kümeye uğradılarsa, hepsi de: "Tanıyamadın mı? İşte karşında duruyor ya!.. Yani ben!" der gibi bir tavır sergilemişler. Hiç birisi de: "Filandır!" diyememiş, herkes, hepsi kendisine yontmuş.Bu yoklama işlemi bittikten sonra, Padişah vezire: "Hani," demiş, "kemali nerde mollaların? Hepsi kendi beniyle memlû!.. Diğergamlık olgunluğunu görmedim hiç birisinde ben... Ama dur!.. Bitmedi!.. Dahası var!.. Bir sınavdan daha geçsinler, görelim bakalım ne yapacaklar. "
Karşılaşma faslından sonra sofraya buyur edilmişler. Sofraya da küme küme oturtulmuş mollalar yine. Kümelerin ortasında büyük-büyük, geniş sultani saray sinileri... Her sininin ortasında büyük yemek lengeri...Herkese aynı kaptan yedirmek ve nasıl yiyeceklerini ölçmek için de uzun uzun, birer metrelik kaşıklar vermişler kasten. Bakalım ne yapacaklar ve nasıl lokmalanacaklar, diye..
Keşmekeş olmuş ortalık tabii. Doğru dürüst yemek yiyemedikleri gibi, birbirlerinin üstünü başını da batırmışlar, homurdanarak çıkmışlar: "Bu ne biçim ziyafet böyle? Hem aç kaldık, hem rezil olduk!.. Olmaz olsun böyle davet!.." diyerek çıkmışlar.
Ertesi hafta aynı davet aynı ziyafet dervişler için de tekrarlanmış. Padişah ve Vezir, yine tebdil-i kıyafetle küme küme bütün dervişlere: "İçinizde hanginiz daha ileride? Hanginiz daha yücelerde seyran ediyor?" diye sormuşlar. Hepsi de, ya yanındakini ya karşısındakini göstermiş: O onu, o onu, o onu, hepsi birbirini göstererek tam bir tevhid hali, vahdet sergilemişler.
Sonra sofraya oturmuşlar,aynı zerafet, aynı diğergamlık orada da devam etmiş. Sofralar büyük, kaplar tek ve kaşıklar uzun ya!.. Tarikat terbiyesi içinde edindikleri zerafetle, hepsi birbirini kollayarak, herkes kendi kaşığıyla karşısındakine lokma vermiş.. O ona, o ona, o ona!.. Tamam!.. Ondan sonra da, bir de sofra virdi, sofra ilahisi:
Hakk'tan gelen nimeti,
Yedik Elhamdulillah!
Zillullahtan şerbeti,
İçtik Elhamdulillah!
Hak nimetin bol ede,
Doysun hem bay, hem geda,
Herkese versin Hüda,
Doyduk Elhamdulillah,
Padişahım cok yaşa!
Kaybetti Vezir paşa!
Sırdan gelen nidayı,
Aldık Elhamdulillah!..
demişler, bitirmişler. Sultan da, veziri de erimişler tabii...